4 Eylül 2010 Cumartesi

Yalnızlık
Yine yalnızsındır bu akşam.. Niyesini sormaya gerek yok bence.. Sonuçta sen istedin böylesini.. Senin kararındı yalnızlık.. Bir ömür boyu birlikte mutlu olmak varken sen bir anlık zevkler için yalnızlığı seçtin..Haklıydın belki .. Ben nicelerini tepip seni gibi birini seçtiysem senin yalnızlığı seçmene şaşmamak gerekirdi.. Ve sen dürüsttün hiç değilse.. Bir insanın nasıl hem bu kadar dürüst hem de bu kadar yalancı olabildiğini öğrettin bana.. '' Çok sevdim ama gitmeliyim..’’ Gitmeliyim kısmı büyük bir üzüntüyle söylenen bir şeydi ve sen bunu olabildiğince dürüst hislerle söylemiştin bana.. Ama çok sevdim kısmı.. İşte asıl önemli olan buydu.. Usta bi oyuncunun bile sergileyemeyeceği bir performansla öyle güzel bi şekilde söylemiştin ki bu yalanı.. Yalan olduğunu bile bile inanmıştım sana.. Söyleyebildiğim tek şey ‘ Ben de seni aşkım’.. olmuştu.. Oysa ben bugünü hiç böyle hayal etmemiştim ki.. Bugün bizim için süper bir gün olmalıydı. Sen sürekli bana sevgini haykırmalı, ben de biraz çekinerek biraz da yılların verdiği rahatlıkla karşılık vermeliydim aşkına.. Bütün gün gezip tozmalıydık. Sonra sen beni eve bırakmalıydın ve büyük bir üzüntüyle kapıdan girmemi beklemeliydin.. Arabadan kapıya kadar olan 5 metrelik mesafede bile başıma bir şey gelmesinden o kadar korkmalıydın ki ben içeri girmeden gidememeliydin.. Sonra 5 dk geçmeden aramalıydın.. Özledim demeliydin usulca.. Ve sabırsızlıkla ertesi günü beklemeliydik. Gece gözümüze uyku girmemeliydi. Ne biliyim farklı olmalıydı işte her şey.. Yapmamız gereken tek şey Sevmekti.. Yeni doğmuş bebek masumiyetiyle Sevmek..!

Tecrit


Hiçbir babaya böyle yatmak yakışmıyor. Bilmiyorum belki de müstahaktır kimine ve kimine göre. Doktorlar senin öleceğine kendimi alıştırmamı söylüyor. Serumlar, oksijen, tahliller…hemşirelerin, doktorların biri gidiyor biri geliyor. Her an yeni terimler, yeni sözcükler giriyor dağarcığıma. Gözlerin yarı açık, donuk, bilincin kapalıymış. Günlerdir uykusuz ve yorgun bekliyorum burada(neyi?). Hiç konuşamadığım gibi konuşuyorum seninle. Sen konuşamıyorsun ama….biliyorum biliyorum sen konuşamıyorsun diye ben böyle…Galatasaray’ın maçı var bugün. Biliyorum şimdi, maça gidecek durumda değilsin. Şimdi maça gidecek durumda değilsin baba. Televizyon veriyor maçı bugün, açarım televizyonu. Hastane odası işte! Sessiz sesler damlıyor içime. Şu serum torbasından damlayan gibi, buz soğukluğu, donuyor damarlarım, içim üşüyor. Bugün doğum günüm. Yolu yarıladım, geldim 35ime. Sen bilmiyorsun bunu. Gözler donuk, yarı açık ve bilinç kapalı. Bu bilmediğin bilmem kaçıncı doğum günüm. Kimbilir belki ben baba olunca anlarım. Nazım diyor ya “Zordur babalık zanaatı da”, “doğacak çocuğumdan geri, babamdan ileriyim” bu satırlar ne kadar çok şey anlatıyor bana, bilemezsin. Odamda Nazım resimleri, kitapları, dilimde, gönlümde satırlarıyla, sesiyle dokunurken en ince dalına kalbimin; Nazım sevdayken, öfkeyken, umutken odama adım atmıyordun. Vatan haini Nazım! “Neden?” diye öfkeyle, anlamaya çalışarak bazen, sorardım. “Vatan haini işte!” Ters bakışlar fırlatırdın, çerçeveli resimlerine. Çerçevenin camından sekip gönlümü yakardı bakışın. Ölü adamların resimleriyle dolduruyordum odamın duvarlarını. Öyle kalabalıktım ki yalnızlığımda, anlatamazdım. Nazım vatandaşlığa kabul edildi baba! Beni mutlu etti mi bu? Hayır…
önceleri sadece seni tahrik etmek için anarşik, devrimci, solcu, komünist oldum. Sadece bu yüzden resimler astım duvarlarıma, kitaplar okudum. Anlat diye, konuş diye…çok sevdim onları sonra. Onları buldukça seni kaybettim. Onlara yaklaştıkça uzaklaştım senden. Eve ilk Cumhuriyet gazetesi soktuğumda neye uğradığımı şaşırmıştım. Madımakta yakılıyordum, taşlanıyordum sokakta, linç ediliyordum, coplanıyordum. “Bu eve Cumhuriyet giremez!” Bu eve Cumhuriyet giremez…

İstediğin gibi bir evlat olamadım. Bunun için uğraşmadım da. Çünkü ben…çünkü, ben…
Nefes alış verişleri seyrelmişti. Sesim sessiz, sesim titreyerek “hemşire!” dedim. Ne onlar duydular, ne ben yerimden kımıldayabildim. Nefes alış verişlerin seyrelmişti. Güçlükle kalkabildim yerimden. Koridorda görünmemle hemşirenin koşması bir oldu. Sonra doktorlar, dışarı çıkardılar beni. Kapı açıldı, kapandı. Açıldı…kapandı…oksijen tüpü, şok cihazı, doktorlar, hemşireler…

Hastanenin yangın merdivenindeyim, içim yanıyor. Denizlere koşmak istiyorum. Rüzgarlara karşı durmak, öylece. Denizlere…koşmak…
Fırtınada balığa çıkmıştık. Sırf inadımdan! O gün balık tutulmayacağını da, denize çıkılmayacağını da biliyordum. Denizi, balık tutmayı seviyordum evet. Bunu birgün yapabileceğimi de biliyordum. Ancak seni yakalamak istiyordum ben ve seninle hayatı! İçimden balıklar geçiyor şimdi.
Kapı açıldı. Doktorlar, hemşireler, getirilen cihazlarla bir bir çıkıyorlar. Yerimden fırlayıp kapıya vardım. Yakaladığım doktor “başınız sağolsun!” dedi. Sadece bunu söyledi ve gitti.
Cumhuriyet’te vefat ilanın çıktı baba!
Cumhuriyet’te vefat ilanın çıktı!

İçimden balıklar geçiyor…
Bana bir yatak bile vermediler. Sadece 4 duvar. Ayakkabılarımı aldılar. Kesici, delici ne varsa, burada yok. Yapıyorlar sakinleştiricileri, tıkıyorlar buraya insanı. Tıkıyorlar ve işte böyle taşıyorsun burada. Bir yatağım bile yok diyorum. Uyumayı sevmiyorum dedimse bu kadar da demedim ki! Bu Hipokratların bir şeyden anladığı yok. O sarı saçlı doktor bi ara babanı anlat dedi diye mi bunca gevezelik ettim ben(?) Doktorlarla polisler yer değişmeli. Bunlar konuşturmayı, onlar yatıştırmayı biliyor nasılsa.
“Hey! Oradakiler ne kadar kalacağım ben burada?! Çişim geldi. Üşüyorum da.”

Kafa Kopter

Kafa Kopter


Çağrı en iyimizdi. Gerçekten, bende yalan yok. Biz atışırız filan ama, onun sanatına saygım büyüktür. O bir devrimci gibi icra eder sanatını. Bu sanata ciddi yenilikler getirmiştir. Onun gibi kafakopter, makas, nighty yapanı görmedim. Makas, nighty yaparken bir kaykay kullanışı var, şaheser! Yenilik budur işte! Bizim liderimiz gibi bir şeydi zaten. Bankaları da o seçerdi. Bir gün yanlış iş yaptığını görmedim. Belki birşey dışında. O bizi bırakıp gittikten sonra hiçbir şeyin tadı tuzu kalmadı. Bankalar da bize uyuz oluyor zaten. Mis gibi granitleri, cilalı mermerleri sırf bize inat değiştiriyor hepsi bir bir. Harbiye’de bir banka var ya hani, pavyonların orada, bir orası değişmedi. Biz de eskisi kadar sık takılamaz olduk zaten. Herkes para pul derdine düştü. Break danstan biriktirdiğimiz paralarla bir okul açacaktık, dans okulu. Çağrı çok uğraştı ama, olamadı, gitti.

Her gece başka bir bankanın önünde atışıyorduk. Dansla yatıp, dansla
kalkıyorduk hepimiz. İşimiz de, hobimiz de, hayatımız da buydu bizim. İyi de para kazanmaya başlamıştık. Bizim atıştığımızı gören kalıyordu. Sürekli seyircilerimiz bile vardı son zamanlar. Hayalimize doğru kafakopter gidiyorduk anlayacağın. Bir gece seyircilerin arasından bir kız çıkıp, Çağrı’yı kutlamaya gitti yanına. Tam da şovun üzerine kaymaklı ekmek kadayıfı. Çağrı terden sırılsıklam tabii, nefes nefese, bir teşekkürle geçiştirdi kızı. Sonra konuştuk günlerce. “Ben aptalım, ben aptalım” deyip durdu. Basbayağı aşık oldu kıza. Sırf kızı göreceğim diye günlerce orada takıldık. 1 gün yok, 2 gün yok, 3 gün yok…1 hafta sonra çıkageldi kız. O zamana kadar ruh gibi olan Çağrı canlanıverdi. Gece bitti, Çağrı hemen kızın yanında bitti. Öğrenciymiş kız, psikoloji okuyormuş, sınavlardan ancak başını alabilmiş filan. Güzel de bir şey. Ben çok ömür biçmemiştim. 1 aya kalmaz kız kaçar gider diyordum. Çağrı’nın da ömrü uzun bir ilişkisine rastlanmamıştır zaten. Bu iş, bu hayat öyle bir ilişkiyi pek kaldırmıyor. Çağrı da çok seviyordu kızı. Baktım herif Tanburi Cemil Bey’den, Ercüment Batanay’dan başka bir şey dinlemez olmuş. Nasıl bir bünye adamdaki. akşam break dans, sonra musiki olmaz ki ama! Rakıya dadandı bir de. Yalnız yalnız içiyor öyle. Biz de dans dışında eskisi gibi görüşemez olduk ama, birbirimizi biliriz. Aşıktır dedik idare ettik. İyice salak oluyor aşık olunca. Bir gece yürüyoruz Harbiye’den Taksim’e doğru, içelim diye tutturdu. Tek kelime de konuşmadı çöküp oturana kadar. Dinliyorum dedim. “Ne halt edeceğiz lan biz?” diye sorup, birayı dikti kafasına. Dedim herhalde bunun kafası dumanlandı. Gene okkalı azar yiyeceğim dedim kendi kendime “çalışmıyorsunuz abicim, koşturmuyorsunuz” diyecek diye bekliyorum. “neyiz biz? Sokak dansçısı mı?” diye ard arda tuhaf tuhaf sorular…
”sokağız biz, sokaklar bizim içimizde kafa yapıyor” dedim.
“Hatunla 1 yıl oluyor…” dedi. Aptalladım ben de. Bakıyorum herifin yüzüne salak salak. Ne çabuk geçiyor zaman filan gibisinden dönüp duruyorum kendi içimde. Durum sandığımdan da ciddiymiş. Gözleri doluyor durup durup, hamile karılar gibi, dertleniyor, derin derin iç çekiyor durmadan.
“tamam” dedi “hayalimiz hayal, sözümüz söz…”
“Ne halt edeceğiz lan biz? Ne halt edeceğiz?..”
Herhalde bütün gece bu soru cümlesinin çevresinde kafa yapacağız diye geçti aklımdan. Bunun yüzü bir karardı, bir pus çöktü üstüne.
“Hatun soruyor oğlum. Dans okulu filan yalan diyor. İnanmıyormuş. Güvenmiyormuş. Yolumuz yol değilmiş bizim. Kaygılanıyormuş çok. Yanlış anlama diyor. Bizim için kaygılanıyormuş. Benim için daha doğrusu. Doğru düzgün bir iş bul, hayatını düzene koy, istediklerine, istediklerimize böyle ulaşırsın… diyor. Peki…Ben biliyor muyum bunları? Farkında değil miyim ben bunların? Binbir zorlukla gelmedik mi bugünlere? Bir sürü ön yargıyı parçalamadık mı? Her şeyi göze almadık mı? Parasızlığın ne demek olduğunu bilmiyor muyuz? Yalnız banka önünde dans etmekle bir şey olacağını söyleyen mi var, her yere, her şeye saldırmıyor muyuz amacımız için? Bu işten çok paralar da kazanmadık mı? Kazanamaz mıyız hiç? Hiç mi olmayacak bir daha, buraya kadar mı? Biz bunu görmeyecek miyiz, ona göre bir yol çizemeyecek miyiz bir şey olamazsa? Düşünüyorum usta! Düşünüyorum ya, düşünmüyor muyum?”
“biliyorum…düşünüyorsun…tırmalıyorsun…saldırıyorsun…o da amma yapmış ha!” diyebildim şaşkın, kesik kesik. Göğsüme bir ağırlık çöktü.
“Haklı kız! Söylediklerinin hepsi doğru. Ama ben bunları bilmiyor muyum? Görmüyor muyum? Ulan ben yaşıyorum sıkıntısını! Acısını ben çekiyorum! Ne halt edeceğim, ne halt edeceğim diye tepinip duruyorum. Söylüyorum da! yol çetrefilli diyorum. İcabında başka işler de yaparım ama, bu işe yan çizmem diyorum. Yapmadık mı başka iş? Yaptık!..gene yaparız…sen kalk burnunun dibindeki adamın ne halde olduğunu görme, söylediklerini duyma bıdı bıdı konuş... Haklısın diyorum, biliyorum diyorum, konuştuk bunları diyorum değişen hiçbir şey yok, değişen hiçbir şey yok. Kendi de psikoloji okuyor daha. Bunun yükseği var, alçağı var. Ne yüksekler, ne alçaklar görecek daha. Düzenmiş! Düzen ha! Sen ne zaman gördün benim erken işim varken öğlene kadar uyuduğumu? Düzen…”
Düzendir bizi düzen moruk! Senin dengen şaşmış hocam! Haklı filan da değil kız abicim! Kolayına olmuyor hiçbir şey bu hayatta! Mücadele denen bir şey var. Yükselip alçalan bir grafik çiziyordu Çağrı. Aşağı tükürsem sakal, yukarı tükürsem bıyık. Ne halt edeceğimi bilemedim.
“Var var da…Bak dinle şimdi. Karar vermişim evleneceğiz. Hani nasıl olur bilmiyorum ama, itin götüne de soksalar, bizimkiler evlendirir beni. Mesele değil o. Düşünsene istemeye gitmişiz kızı, hoş geldin, beş gittin faslı bitmiş, kahveler içiliyor. Kızın peder sormaz mı oğlumuz ne işle iştigal ediyor diye? Sorar. Ne diyecek bizim peder? Sokakta dans ediyor, itlik yapıyor, kafasının üstünde bir dönüyor görmeyin mi diyecek? Yaaa…”
Bastım kahkahayı! Daha önce benzer şeyleri duyardım Çağrı’dan ama, mesele yaşandı mı, durum vaziyeti göründü mü daha bir sarıyor insanı, düşündürüyor. Bak ben hiç düşünmemiştim bunu. “oğlunuz ne iş yapıyor? Sokak dansçısı!”
“Ne olmuş abicim oğlumuz sokak dansçısıysa. Kız bankanın önünde dans ederken gördü, içerde para sayarken değil ki!” dedim. Çok eğlendim…

Çağrı bizi de, kızı da bırakıp gitti. Çok uzaklarda şimdi. Çok uzaklarda…ne yapıyor, nasıl şimdi kimbilir…biz de festivallerden filan cebe indirdiğimiz paralarla küçük müçük ama, açtık okulu, tırmalıyoruz.